Salerno Tıp Okulu, Orta Çağ Avrupa’sında tıp bilgisinin yeniden şekillendiği özgün bir merkez olarak öne çıkar. Farklı kültürlerin birikimini bir araya getiren bu kurum, hem teorik hem pratik tıp eğitimiyle döneminin sınırlarını aşmıştır. Latince, Arapça ve Yunanca kaynakların sistemli biçimde işlendiği okul, hekimliğin kurumsallaşmasına öneml i katkılar sunmuştur. Salerno geleneği, yalnızca tedavi yöntemleriyle değil, tıbbı ahlaki bir sorumluluk alanı olarak ele almasıyla da dikkat çeker. Bu nedenle Salerno, tıp tarihindeki dönüşümlerin anlaşılmasında temel bir referans noktasıdır. Bu referans noktasını detaylı bir şekilde işleyeceğiz, keyifli okumalar.
Doğudan Batı’ya Çevirmenler
İslam
medeniyetinin bilimsel gelişim süreci, özellikle 8. ve 10. yüzyıllar arasında
Abbasi halifelerinin himayesinde gerçekleşen tercüme faaliyetleri ve kurulan
hastanelerle büyük bir ivme kazanmıştır. Antik Yunan mirasını devralarak onu
geliştiren ve Avrupa’ya aktaran bu dönemin önde gelen hekimleri, tıp tarihinin
seyrini değiştirmiştir. Bu süreçte İsâ b. Hakem, Yuhanna b.
Mâseveyh, Huneyn b. İshak, el-Kindî ve İbnü'l-Cezzâr gibi isimler, teorik bilgiyi pratik uygulamalarla
birleştirerek modern tıbbın temellerini atmışlardır.
Dönemin erken
figürlerinden İsâ b. Hakem (780–818),
Şamlı köklü bir hekim ailesinden gelmekle birlikte kariyerini Bağdat’ta
şekillendirmiştir. Dört farklı halifeye hizmet eden İsâ b. Hakem’in günümüze
ulaşan tek eseri, Risale (el-Haruniyad) olarak bilinir. Bu eser,
cerrahiden eczacılığa, tıbbi terminolojiden kozmolojiye kadar geniş bir
yelpazeyi kapsamasıyla, Yunan kaynaklarına dayalı Arapça tıp literatürünün en
erken ve kapsamlı örneklerinden biridir.
Aynı dönemde,
Bağdat’taki Barmakid Hastanesi’nde görev yapan Yuhanna b. Mâseveyh (777–857), hem bir hekim hem de bir hoca olarak öne
çıkmıştır. Keskin üslubu ve eleştirel gözlemleriyle tanınan Masawyh, ünlü
mütercim Hunayn ibn İshak’ın da hocalığını yapmıştır. Göz hastalıkları üzerine
yazdığı Daghal al-‘Ayn (Gözdeki Kusur) ve trahom hastalığını (pannus) tanımladığı Marifat mihnat al-kahhalin
eserleri, oftalmoloji tarihinde birer dönüm noktasıdır. Eserleri, daha sonra
İtalya’daki Salerno Okulu aracılığıyla Avrupa tıbbını derinden etkilemiştir.
Tercüme
hareketinin en parlak ismi ise hiç şüphesiz Huneyn b. İshak (808–873) olmuştur. “Mütercimlerin Şeyhi” olarak
anılan ve Nesturi bir Hristiyan olan Hunayn, ünlü Bait al-Hikma (Hikmet
Evi) kütüphanesinin yöneticiliğini üstlenmiştir. Galen, Hipokrat ve Aristoteles
gibi otoritelerin eserlerini Süryanice ve Yunancadan Arapçaya kazandırarak
bilim dilinin oluşmasını sağlamıştır. Kitab al-Masail fi’t-Tibb adlı
eseriyle tıp eğitiminde soru-cevap yöntemini geliştirmiş, göz hastalıklarından
diş sağlığına kadar pek çok alanda özgün eserler vermiştir.
Dönemin bir
diğer dev ismi, "Filozof-Hekim" kimliğiyle el-Kindî (803–873)’dir.
Kûfe doğumlu olan el-Kindî, simyayı reddederek bilimin deney ve gözleme
dayanması gerektiğini savunmuştur. 270’ten fazla eser veren el-Kindî, “Kaynağı
ne olursa olsun bilgiye değer verilmelidir” ilkesiyle hareket etmiş; gelgit
olaylarından farmakolojiye kadar bilimsel metodolojiyi her alanda uygulamıştır.
Bu bilimsel
birikim doğuyla sınırlı kalmamış, İbnü'l-Cezzâr (898–980) ile
Kuzey Afrika’ya (Tunus) taşınmıştır. Isaac Israeli’nin öğrencisi olan İbnü'l-Cezzâr, Zad
al-Musafir (Seyyahlar için Kılavuz) adlı eseriyle tıp literatürüne "el
kitabı" kavramını yerleştirmiştir. Bu eser Viaticum adıyla
Latinceye çevrilerek Avrupa’da yüzyıllarca okutulmuştur. Unutkanlık üzerine
yazdığı risalesinde hastalığı "soğuk ve nemli balgam" teorisiyle
açıklamış; tedavide kokulu yağlar, baharatlar ve hacamat gibi yöntemleri önererek
psikofizyolojik bir yaklaşım sergilemiştir.
Cremonalı Gerard, Toledo
çeviri hareketinin en üretken isimlerinden biri olarak Arapça eserleri
Latinceye aktararak Orta Çağ Avrupa’sının bilimsel gelişimine büyük katkı
sağlamıştır. Afrikalı Konstantin’den bir yüzyıl sonra onun eksik bıraktığı
çalışmaları tamamlamış; özellikle tıp alanında yetmişten fazla çeviri yaparak
İslam tıbbının Batı’da tanınmasına öncülük etmiştir. İbn Sînâ ile Râzî’nin
tüm tıp eserlerini eksiksiz çevirerek bu hekimlerin Avrupa üniversitelerinde
temel kaynak hâline gelmesine katkıda bulunmuştur. Ayrıca Ptolemaios’un Almagest’ini
Latinceye çevirerek tıp dışındaki bilim alanlarına da önemli bir etki
bırakmıştır.
Salerno
Tıp Okulu’nun Önemi
Orta Çağ
Avrupası’nın karanlık çağlar olarak adlandırıldığı, bilimsel düşüncenin
manastırların duvarları arasına sıkıştığı ve tıbbın büyük ölçüde dua veya batıl
inançlarla harmanlandığı bir dönemde, Salerno Tıp Okulu (Schola Medica
Salernitana), akılcı ve gözleme dayalı tıbbın Batı dünyasındaki ilk ve en
parlak meşalesi olarak tarihe geçmiştir. Bu okulun önemi, sadece Avrupa’nın ilk
organize tıp okulu olmasından değil, aynı zamanda Doğu’nun (İslam dünyasının)
gelişmiş bilimsel birikimini Batı’ya aktaran hayati bir atardamar işlevi
görmesinden kaynaklanır. Okul, "Hippocratica Civitas" (Hipokrat
Şehri) unvanını hak edecek düzeyde, Antik Yunan mirasını İslam tıbbının
süzgecinden geçirerek yeniden canlandırmış ve modern tıbbi eğitimin prototipini
oluşturmuştur.
Okulun önemini
kavrayabilmek için öncelikle onun sentezci yapısına bakmak gerekir. Efsaneye
göre okul; bir Latin, bir Yunan, bir Arap ve bir Yahudi usta tarafından
kurulmuştur. Bu kuruluş miti, Salerno’nun bilimsel başarısının sırrını alegorik
bir dille anlatır: Kültürlerarası iş birliği. Özellikle 11. yüzyılda, Afrikalı
Konstantin gibi mütercimlerin buraya gelmesi, okulun kaderini değiştirmiştir.
Konstantin, Tunus’tan getirdiği ve aralarında İbnü'l-Cezzâr gibi İslam alimlerinin eserlerinin de bulunduğu Arapça
el yazmalarını Latinceye çevirerek, Avrupa’nın unuttuğu Galen ve Hipokrat
öğretilerini, İbn-i Sina ve Razi’nin yorumlarıyla zenginleştirilmiş bir şekilde
Batı literatürüne kazandırmıştır. Bu sayede Salerno, "Manastır
Tıbbı"ndan (sadece ruhani şifa), neden-sonuç ilişkisine dayalı
"Skolastik Tıp" anlayışına geçişin merkezi olmuştur.
Salerno Tıp
Okulu’nun bir diğer devrimci niteliği, laik ve kapsayıcı yapısıdır. Dönemin
Avrupa’sında eğitim kilisenin tekelindeyken, Salerno büyük ölçüde bu baskıdan
uzak kalmış, anatomi çalışmalarında domuz diseksiyonlarına izin vererek
deneysel gözlemi teşvik etmiştir. Daha da önemlisi, okulun kapıları kadınlara
da açıktı. "Mulieres Salernitanae" (Salernolu Kadınlar) olarak
bilinen kadın hekimler hem öğrenci hem de hoca olarak görev yapabiliyorlardı.
Bu isimlerin en meşhuru olan Trotula, kadın hastalıkları ve jinekoloji üzerine
yazdığı eserlerle yüzyıllar boyunca otorite kabul edilmiştir. Kadınların
akademik bir kurumda bu denli aktif rol alması, o dönem için eşi benzeri
görülmemiş bir durumdur ve okulun ilerici vizyonunu kanıtlar.
Eğitim
metodolojisi ve standardizasyon açısından da Salerno, günümüz üniversitelerinin
temelini atmıştır. Articella adı verilen ve temel tıp metinlerini içeren
standart bir müfredat geliştirilmiş, böylece tıp eğitimi kişisel usta-çırak
ilişkisinden kurumsal bir yapıya evrilmiştir. Okulun ürettiği Regimen
Sanitatis Salernitanum (Salerno Sağlık Öğütleri) adlı şiirsel eser, halk
sağlığı ve koruyucu hekimlik bilgilerini basit bir dille halka yayarak tıbbın
demokratikleşmesine katkı sağlamıştır.
Son olarak,
Salerno’nun hukuksal mirası yadsınamaz. Kutsal Roma Cermen İmparatoru II.
Friedrich, Salerno ekolünden etkilenerek 1231 yılında Melfi Anayasası’nı ilan
etmiştir. Bu yasalarla tıp eğitimi belirli bir süreye (beş yıl eğitim, bir yıl
staj) bağlanmış, doktorluk yapabilmek için diploma ve devlet lisansı
zorunluluğu getirilmiş, eczacılık ve hekimlik birbirinden kesin çizgilerle
ayrılmıştır. Bugün modern dünyada doktorların lisanslanması, eczanelerin
denetlenmesi ve tıp fakültesi müfredatları gibi standartların kökeni doğrudan
Salerno Tıp Okulu’nun oluşturduğu bu disipline dayanmaktadır. Dolayısıyla
Salerno, sadece bir bina veya okul değil; tıbbın bir zanaattan, bilimsel ve hukuki temelleri olan saygın bir mesleğe dönüşüm
sürecinin adıdır.
Salerno Tıp Okulunda Yazılan Eserler
Salerno Tıp
Okulu’nun Avrupa bilim tarihindeki tartışmasız üstünlüğü, sadece bir eğitim
kurumu olmasından değil, aynı zamanda sistematik bir tıp literatürü üreterek
tıbbi bilgiyi standart hale getirmesinden kaynaklanmaktadır. Okulun altın
çağında kaleme alınan eserler, teorik bilgiyi pratik uygulamalarla
birleştirmiş, farmakolojiden cerrahiye, kadın hastalıklarından koruyucu
hekimliğe kadar geniş bir yelpazede referans kaynakları oluşturmuştur. Bu edebi
üretim süreci, tıbbın manastırların tekelinden çıkarak rasyonel ve
uygulanabilir bir disiplin haline gelmesindeki en önemli adımdır. Bu dönüşümün
temel taşlarını ise Passionarius, Dynamidia, Practica, Trotula
külliyatı ve ünlü Regimen Sanitatis Salernitanum oluşturur.
Bu entelektüel
uyanışın ilk ve en önemli mimarlarından biri, 11. yüzyılda yaşamış olan
Gariopontus’tur. Onun kaleme aldığı Passionarius, Bizans ve Yunan
tıbbının Latin dünyasına uyarlanmasında hayati bir rol oynamıştır. Eser,
hastalıkların belirtilerini ve tedavilerini sistematik bir biçimde açıklayan,
tamamen klinik gözleme dayalı bir başvuru kitabıdır. Gariopontus bu eserinde,
Galen’in karmaşık teorilerini sadeleştirmiş ve hastalıkları baştan ayağa
sınıflandırarak hekimlere hasta başında kullanabilecekleri pratik bir rehber
sunmuştur. Passionarius’un tamamlayıcısı niteliğindeki bir diğer eseri
olan Dynamidia ise dönemin farmakolojik bilgisini kayıt altına almıştır.
Dynamidia, şifalı bitkilerin etkilerini, ilaçların hazırlanışını ve
materyallerin farmakolojik özelliklerini (sıcaklık, kuruluk, nemlilik gibi)
detaylandırarak, tedavinin sadece cerrahi veya diyetle değil, doğru ilaç
kullanımıyla da desteklenmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Klinik tıbbın
bir diğer sacayağı ise Petroncellus tarafından yazılan Practica adlı
eserdir. 11. yüzyılın ortalarında kaleme alınan bu pratik tıp el kitabı,
Salerno ekolünün "teşhis ve tedavi" odaklı yaklaşımının en somut
örneğidir. Practica, vücudun en tepesinden (kafa derisi hastalıkları)
başlayarak ayaklara kadar inen tüm vücut bölgelerindeki rahatsızlıkları
tanımlar. Petroncellus’un bu eseri, spekülatif teorilerden ziyade, ampirik
(deneyime dayalı) tedavi yöntemlerine odaklanmasıyla bilinir. Eserde yer alan
reçeteler ve cerrahi müdahaleler, Salerno hekimlerinin insan anatomisi ve
patolojisi üzerindeki hakimiyetini gözler önüne serer.
Salerno’nun
tıp tarihine attığı en özgün imza ise hiç şüphesiz kadın sağlığı alanındadır. Trotula
(Trota di Salerno) adıyla anılan ve kadın hastalıkları, doğum ve kadın
sağlığı üzerine üç ayrı metinden oluşan külliyat, Orta Çağ’ın en devrimci
metinlerindendir. Bu eserlerden en bilineni olan De mulierum passionibus
(Kadınların Hastalıkları Üzerine), o döneme kadar erkek hekimlerin
mahremiyet nedeniyle yeterince ilgilenemediği jinekoloji ve obstetrik alanını
bilimsel bir zemine oturtmuştur. Külliyat; kısırlık, gebelik süreci, zor
doğumlar, doğum sonrası bakım ve hatta kozmetik gibi konuları ele alır. Kadın
bedenin fizyolojisinin erkeklerden farklı olduğunu ve özel bir tedavi yaklaşımı
gerektirdiğini savunan bu eserler, Salerno’yu kadın hekimlerin (Mulieres
Salernitanae) yetiştiği ve söz sahibi olduğu bir merkez olarak
ölümsüzleştirmiştir.
Salerno’nun
etkisi sadece hekimlerle sınırlı kalmamış, halkın anlayacağı dilde yazılan
eserlerle toplum sağlığına da inmiştir. Bunun en mükemmel örneği Regimen
Sanitatis Salernitanum’dur. Şiirsel bir dille, akılda kalıcı kafiyelerle
yazılan bu sağlık rehberi, beslenme, hijyen, uyku düzeni, egzersiz ve duygusal
denge üzerine hayati öğütler içerir. "Doktorun yoksa şu üçü doktorun
olsun: Neşeli bir zihin, dinlenme ve ölçülü beslenme" gibi ünlü dizeleri
barındıran eser, tedaviden çok hastalığa yakalanmama (koruyucu hekimlik)
sanatını, yani koruyucu hekimliği öğretir. Yüzyıllar boyunca yüzlerce baskısı
yapılan ve neredeyse tüm Avrupa dillerine çevrilen bu eser, tıbbi bilginin
halka indirgenmesinin tarihteki en başarılı örneğidir.
Sonuç olarak, Gariopontus ve Petroncellus’un sistematik klinik kitapları, Trotula’nın kadın sağlığına getirdiği hassas bakış açısı ve Regimen’in halk sağlığı vizyonu birleşerek Salerno Tıp Okulu’nu efsaneleştirmiştir. Bu eserler, tıbbın mistik bir ritüelden bilimsel, öğretilebilir ve uygulanabilir bir mesleğe dönüşmesinin kanıtlarıdır.
Regimen
Sanitatis Salernitanum’da yer alan temel diyet ve sağlık prensipleri içeren
şiirsel bir yazı:
Beyni zinde
tutmak için:
Sabahları
erken kalk ve hemen hatırla;
Ellerini ve
gözlerini soğuk suyla yıkamayı,
Usulca
temizlemeyi boğazını.
Sabahları
kalktığın zaman beynini tazele,
Sıcakta,
soğukta, Temmuz’da ve Aralık’ta,
Hem dişlerini
ov, hem tara saçlarını.
Bir yerin
kanarsa serin tut, yıkanmışsan sıcak,
Yemek yediysen
ayakta dur ya da yürü, olmaz zararı,
Üç şey korur
görmeyi, çimenler, cam ve çeşmeler,
Baharları,
sabahları gez dağları”
Orta Çağ
tıbbının büyük ölçüde hurafeler, astrolojik haritalar ve mistik ritüellerin
gölgesinde kaldığı bir dönemde, Salerno Tıp Okulu’nun en özgün ve aydınlık
simalarından biri olan Trotula (Trota di Salerno), sergilediği bilimsel
duruşla çağının çok ötesine geçmeyi başarmıştır. Onun tıp anlayışı,
hastalıkları ilahi cezalar veya yıldızların konumuyla açıklayan fatalist
yaklaşımdan tamamen uzaktır. Trotula, tedavi süreçlerinde dönemin yaygın
alışkanlıkları olan dua, büyü, tılsım veya astrolojik kehanetlere kesinlikle
başvurmamış; bunun yerine neden-sonuç ilişkisine dayalı, gözlem ve deneyimle
şekillenen rasyonel bir metodu benimsemiştir. Özellikle koruyucu hekimlik kavramına
verdiği önem, onu modern tıbbın öncülerinden biri yapar. O, hastalığı tedavi
etmekten ziyade, hastalığın oluşumunu engellemeye odaklanmış; bu bağlamda
kişisel hijyenin sağlanması, banyo kültürü, düzenli egzersiz ve dengeli diyet
gibi yaşam tarzı değişikliklerini reçetelerinin merkezine koymuştur.
Trotula’nın bu
rasyonel yaklaşımı, kaleme aldığı ve yüzyıllar boyunca tıp literatürünü domine
eden iki temel eserde somutlaşır. Bunlardan ilki ve en kapsamlısı, literatürde Trotula
Major olarak bilinen De Mulierum Passionibus ante, in et postpartum
(Doğumdan önce, esnasında ve sonrasında kadın hastalıkları) adlı eseridir. Bu
çalışma, jinekoloji ve obstetrik (doğum bilimi) alanında yazılmış en sistematik
metinlerden biri kabul edilir. Trotula bu eserinde, erkek hekimlerin mahremiyet
engeli nedeniyle nüfuz edemediği kadın fizyolojisine dair detaylı gözlemler
sunmuştur. Eser; kısırlıktan hamilelik sürecindeki beslenmeye, zorlu doğumlarda
uygulanacak manevralardan doğum sonrası annenin toparlanmasına (lohusalık) ve
bebek bakımına kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Sadece bir ebe rehberi değil,
aynı zamanda patolojik durumları tanımlayan klinik bir başvuru kaynağıdır.
İkinci önemli
eseri ise Trotula Minor olarak da tanınan De’ornatu mulierum
(Kadınların Kozmetiği Üzerine) adlı çalışmasıdır. İlk bakışta sadece estetik
kaygılara hitap eden bir güzellik kitabı gibi algılansa da bu eser,
aslında dermatoloji ve hijyen üzerine ciddi tıbbi gözlemler içerir. Trotula,
cilt sağlığını genel vücut sağlığının bir aynası olarak görmüş; cilt lekeleri,
döküntüler, ağız hijyeni ve saç bakımı gibi konuları ele almıştır. Burada
önerilen kozmetik uygulamalar, sadece dış görünüşü iyileştirmeyi değil, aynı
zamanda deri hastalıklarını tedavi etmeyi ve kişinin psikolojik iyilik halini
artırmayı hedefler.
Hamilelik ile
ilgili tıbbi öneriler:
“Hamilelik süresinde kadının karnına menekşe yağı ve sirke sürünüz, kadının
diyeti sindirimi kolay besinlerden oluşmalı ve kadınlar nar yemelidir’’
“Ebe fetusa dokunmadan önce ellerini kaynamış keten tohumu yağı ve çemen
otu (fenugreek) ile yıkamalıdır”
“Bebeği tam ışığa maruz bırakmayın, ona renkli nesneler gösterip uygun
işitme uyarıları sağlayın, basit kelimeler kullanarak ninniler söyleyin” şeklinde önerilerde bulunmuştur.
Salerno Tıp Okulu’nun Eğitim
Müfredatı
Salerno Tıp
Okulu’nun tıp tarihine yaptığı en büyük katkı, tıp eğitimini kişisel bir
usta-çırak ilişkisinden çıkarıp, standartlaştırılmış bir müfredata (curriculum)
dayalı akademik bir disipline dönüştürmesidir. Bu dönüşüm, Avrupa’da ilk kez
tıbbın felsefe ve mantık ile harmanlandığı, belirli metinlerin zorunlu
okutulduğu ve mezuniyetin sıkı kurallara bağlandığı bir sistemi doğurmuştur.
Okulun eğitim müfredatı, teorik altyapı (theorica) ve pratik uygulama (practica)
dengesi üzerine kurulmuş olup, temelini Articella (Küçük Sanat)
adı verilen meşhur ders kitapları koleksiyonu oluşturmaktaydı.
Müfredatın
omurgasını oluşturan Articella, tıp öğrencisinin bilmesi gereken temel
metinlerin bir derlemesiydi ve bu kanon, Salerno’dan tüm Avrupa
üniversitelerine yayılmıştı. Bu derlemenin giriş kitabı, Huneyn b. İshak’ın (Batı’da
Johannitius olarak bilinir) Isagoge adlı eseriydi. Isagoge, Galen
tıbbına bir giriş niteliği taşıyor; dört unsur, dört hılt (kan, balgam, kara
safra, sarı safra), mizaçlar ve fizyolojik işleyiş hakkında temel teorik
çerçeveyi çiziyordu. Öğrenciler bu teorik girişi tamamladıktan sonra,
Hipokrat’ın Aforizmalar (özlü sözler) ve Prognostik
(hastalıkların seyri ve tahmini) eserlerini çalışarak klinik gözlemin
temellerini öğrenirlerdi. Müfredatın diğer zorunlu metinleri arasında, idrar
analizi üzerine Theophilus’un De Urinis’i, nabız teşhisi üzerine
Philaretus’un De Pulsibus’u ve Galen’in fizyolojik sistemini anlatan Tegni
(Ars Parva) yer alıyordu. Bu metinler, sadece okunup geçilmez; lectio
(metni okuma) ve disputatio (üzerine tartışma) yöntemleriyle analiz
edilirdi. Hoca metni okur, öğrenciler ise metindeki çelişkileri mantık
kuralları çerçevesinde tartışarak çözümler üretirdi. Bu yöntem, tıp
öğrencisinin sadece ezberlemesini değil, analitik düşünmesini de sağlıyordu.
Salerno
müfredatının bir diğer devrimci yönü, anatomi eğitimine verdiği önemdi. O
dönemde insan kadavrası üzerindeki diseksiyonlar dini ve kültürel nedenlerle
son derece nadirken veya yasakken, Salerno’da anatomi eğitimi domuzlar
üzerinden yürütülmüştür. Domuzun iç organlarının insan anatomisine en çok
benzeyen yapı olduğu düşünülüyordu. Anatomia Porci (Domuz Anatomisi)
adlı metin, bu derslerin rehberiydi. Hocalar, öğrencilerin önünde bir domuzu
diseke ederek kalp, akciğer, karaciğer ve bağırsakların yerleşimini gösterir,
organların işlevlerini Galenik teoriye göre anlatırlardı. Bu uygulamalı
dersler, cerrahi eğitimin de temelini oluşturuyordu. Salerno cerrahisi,
yaraların temizlenmesi, kırık-çıkık tedavisi ve hatta trepanasyon (kafatasını
delme) gibi ileri teknikleri içeriyor; Roger Frugardi’nin Chirurgia adlı
eseri bu alanda temel ders kitabı olarak kullanılıyordu.
Eğitim süresi
ve sertifikasyon süreci ise 1231 yılında İmparator II. Friedrich’in çıkardığı
Melfi Anayasası ile yasal bir zemine oturtulmuştu ki bu, müfredatın en katı
aşamasıydı. Bu kanuna göre, bir kişinin tıp eğitimine başlayabilmesi için
öncelikle 3 yıl boyunca mantık ve felsefe eğitimi alması zorunluydu. Bu ön
koşul, hekimin hastalığı sadece ampirik olarak değil, rasyonel neden-sonuç
ilişkileriyle kavrayabilmesi için gerekli görülüyordu. Felsefe eğitimini
tamamlayan aday, 5 yıl boyunca tıp fakültesinde yukarıda sayılan Articella
metinlerini ve cerrahi kitaplarını hatmederdi. Ancak bu 5 yıllık teorik eğitim
de hekim olmak için yeterli değildi. Mezun olan öğrenci, tecrübeli bir hekimin
gözetiminde 1 yıl boyunca staj (practica) yapmak zorundaydı. Tüm bu aşamaları
geçen aday, nihayetinde Collegium önünde sınava girer ve başarılı olursa
Magister (Usta/Hoca) unvanıyla hekimlik yapma lisansı (licentia medendi)
alırdı.
Salerno müfredatı ayrıca tanı yöntemlerine büyük ağırlık verirdi. Üroskopi (idrar incelemesi), müfredatın en önemli pratik derslerinden biriydi. İdrarın rengi, tortusu, kokusu ve kıvamı, vücuttaki hıltların dengesi hakkında en güvenilir bilgiyi veren kaynak olarak görülürdü. Benzer şekilde nabız kontrolü de müzikal bir ritim anlayışıyla öğretilirdi; nabzın atışındaki düzensizlikler, vücudun iç harmonisinin bozulması olarak yorumlanırdı.
Salerno Tıp
Okulu’nda Kullanılan Tedavi Yöntemleri ve Cerrahi
Salerno Tıp
Okulu’nun tedavi felsefesi, "önce zarar verme" (primum non nocere)
ilkesi ile şekillenmiş, aşamalı bir müdahale sistemine dayanmaktaydı. Okulun
hekimleri, hastalığı vücuttaki dört temel sıvının (hıltların) dengesizliği
olarak görür ve tedaviyi bu dengeyi yeniden kurma sanatı olarak tanımlardı. Bu
yaklaşımda cerrahi, her zaman en son başvurulacak çare (ultima ratio) olarak
görülürdü. Tedavi süreci üç ana aşamadan oluşurdu: Diyet ve yaşam tarzı
düzenlemesi, farmakolojik müdahale ve son olarak cerrahi operasyon.
İlk aşama olan
Diyet ve Rejim, Salerno tıbbının en güçlü olduğu alandı. Hekimler, hastanın
yeme-içme alışkanlıklarını, uyku düzenini ve ruhsal durumunu düzenleyerek
vücudun kendi kendini iyileştirmesini hedeflerdi. Regimen Sanitatis
Salernitanum’da belirtildiği üzere, "hafif yiyecekler, neşeli bir
ortam ve istirahat" en iyi ilaç kabul edilirdi. Eğer bu yetersiz kalırsa,
ikinci aşama olan Farmakoloji devreye girerdi. Salerno, Avrupa’nın ilk
sistematik eczacılık kitabı olan Antidotarium Nicolai’yi üretmiştir.
Hekimler, "Minerva Bahçesi"nde (Giardino della Minerva)
yetiştirdikleri şifalı bitkilerden hazırladıkları şuruplar, merhemler ve
haplarla (pilulae) hıltları dengelemeye çalışırlardı.
Ancak
Salerno’yu tıp tarihinde asıl efsaneleştiren, Cerrahi alanındaki cesur ve
rasyonel uygulamalarıdır. Avrupa’nın geri kalanında cerrahi, genellikle
berberlerin veya şarlatanların elinde tehlikeli bir zanaatken, Salerno’da
anatomi bilgisine dayalı akademik bir disiplindi. Bu alandaki en büyük otorite,
Practica Chirurgiae (Cerrahi Uygulamaları) adlı eseriyle Roger Frugardi (Rogerius)
idi. Frugardi, cerrahiyi; kırık-çıkıklar, yaralar, tümörler ve özel organ
hastalıkları olarak sistematize etmişti.
Salerno
cerrahisinin en dikkat çekici yeniliği yara tedavisi ve enfeksiyon kontrolü
üzerindeki yaklaşımıydı. Dönemin pek çok hekimi yaranın
"irinlenmesini" iyileşme belirtisi sayarken (laudable pus), Salerno
ekolü yaraların şarapla yıkanarak temizlenmesini, yumurta akı gibi maddelerle
kapatılmasını ve kuru tutulmasını savunmuştur. Şarabın antiseptik etkisi ve
dikiş tekniklerinin (sütür) geliştirilmesi, enfeksiyon riskini azaltarak
hayatta kalma oranlarını artırmıştır.
Daha da
şaşırtıcı olanı, Salerno cerrahlarının anestezi alanındaki erken dönem
uygulamalarıdır. Ameliyat sırasında hastanın acısını dindirmek için
"Spongia Somnifera" (Uyku Süngeri) adı verilen bir yöntem
geliştirmişlerdir. Afyon, banotu (henbane), adamotu ve mandrake gibi narkotik
bitkilerin özsuyuyla ıslatılıp kurutulan bu sünger, işlemden önce sıcak suyla
nemlendirilerek hastanın burnuna tutulur ve derin bir uyku hali sağlanırdı.
İşlem bitince hastayı uyandırmak için sirke koklatılırdı.
Uygulanan
ameliyatlar oldukça çeşitliydi. Kafa travmalarında, kafatasındaki baskıyı
azaltmak için trepanasyon (kafatası delme) işlemi başarıyla uygulanıyordu.
Rogerius, kafa derisindeki kesileri haç şeklinde yaparak kemiğe ulaşıyor ve
çöken kemik parçalarını kaldırıyordu. Ayrıca kasık fıtığı ameliyatları, mesane
taşlarının çıkarılması (litotomi), katarakt operasyonları ve hatta bağırsak
yaralanmalarında hasarlı kısmın onarılması (bağırsak içine mürver ağacı borusu
yerleştirilerek dikiş atılması gibi) dönemin çok ötesinde tekniklerdi.
Salerno Tıp
Okulu’nun tedavileri, Antik Yunan mirası ile İslam tıbbının farmakolojik
zenginliğini birleştiren eklektik ve çok katmanlı bir yapıya sahipti. Tedavinin
omurgasını, Dioskorides geleneğine dayanan zengin bir bitkisel (herbal) ilaç
kültürü oluşturuyordu. Ateş ve sindirim sorunları için kutsal bitki kabul
edilen adaçayı (salvia), sakinleştirici papatya ve yara iyileştirici
sarı kantaron gibi Akdeniz florası, tedavilerin vazgeçilmezleriydi. Bu bitkisel
kürler; antiseptik özellikli bal, yumurta akı gibi hayvansal ürünlerle veya
Arap simyasının etkisiyle tıbba giren kükürt ve cıva gibi minerallerle
zenginleştirilirdi.
Ancak Salerno
hekimleri sadece ilaca değil, Regimen Sanitatis geleneğiyle şekillenen
yaşam tarzı tıbbına da büyük önem verirdi. Mevsimsel diyetler, banyo terapileri
ve hijyen kuralları, koruyucu hekimliğin temeliydi. Hastalık durumunda ise
Galenik hılt teorisine başvurulur; idrar ve nabız analizlerine göre vücuttaki
sıvı dengesizliği tespit edilerek hacamat, sülük tedavisi veya flebotomi (damar
açma) uygulanırdı. İbn-i Sina ve Razi’nin formüllerinden ilhamla
hazırlanan "Salerno Balsamı" gibi aromatik merhemler ise bu gelişmiş
tedavi sanatının en somut örnekleriydi.
Salerno Tıp
Okulu, sadece Orta Çağ Avrupası’nın ilk tıp fakültesi değil, aynı zamanda Doğu
ve Batı medeniyetlerinin bilimsel zeminde buluştuğu eşsiz bir sentez
merkezidir. Coğrafi avantajını ve kültürel çeşitliliğini kullanarak; Antik
Yunan’ın teorik mirasını, İslam tıbbının pratik zenginliği ve farmakolojik
birikimiyle harmanlayan bu ekol, tıbbı manastırların mistik gölgesinden
kurtarmıştır. İslam medeniyetindeki
çevirmenlerden Trotula’ya uzanan geniş bir
entelektüel yelpazede, tedaviyi dua veya büyüden arındırıp; diyete, cerrahiye
ve rasyonel gözleme dayalı bir "bilim dalına" dönüştürmüştür.
Okulun
geliştirdiği Articella temelli standart müfredat, anatomiye verdiği önem
ve hekimlik mesleğini yasal bir statüye kavuşturan lisanslama sistemi, günümüz
modern tıp eğitiminin temel taşlarını oluşturmuştur. Cerrahi tekniklerden kadın
sağlığına, halk sağlığı öğütlerinden (Regimen Sanitatis) eczacılık
kurallarına kadar ortaya koyduğu yenilikler, Rönesans tıbbına giden yolu
aydınlatmıştır. Kısacası Salerno, "Hippocratica Civitas"
unvanıyla, bilimin evrenselliğini kanıtlamış ve insanlık tarihine, acının dindirilmesi
yolunda atılmış en sistematik ve aydınlık adımlardan biri olarak geçmiştir.
Kaynakça
Okka,
M. (2015). Salerno Tıp Okulu. Genel Tıp Dergisi, 25, 71–76.
Güneş, G., &
Polat, Y. (2024). Salerno Tıp Okulu.
Dönder, A., Üstün,
N., Duzlu, M., Yavuz, A., & Özçelik, M. (2022). Salerno Tıp Okulu. Konak
Dergisi, 2. Ekim. Erişim adresi: http://konakdergisi.com/sayilar/sayi-2/salerno-tip-okulu/
de Divitiis,
Enrico, Paolo Cappabianca, ve Oreste de Divitiis. 2004. “The ‘Schola Medica
Salernitana’: The Forerunner of the Modern University Medical Schools”.
Neurosurgery 55: 722-44; discussion 744. doi:10.1227/01.NEU.0000139458.36781.31.
Yorumlar
Yorum Gönder