Ana içeriğe atla

But Not Yet

Bir bütün olarak dile getirildiğinde hayatı da açıklamak zordur. İçinde anlamlar dolu bir dünyada, herkes akış hâlinde birbirine çarparken, düşüncelerin çizdiği bir yol haritasında buluruz kendimizi. Bugün geçtiğim sokaklar, alışveriş yaptığım market, hepsi bir düşüncenin ürünüydü. Benim düşünerek markete girmeye karar vermem de. O hâlde hayat düşünmek midir? Neleri düşünüp düşünmeyiz? Düşünmek için mi dile ihtiyaç vardır, yoksa dil için mi düşünmeye… Düşünen biri için hayat ne ifade eder? Hayatı ifade etme biçimi, düşüncenin hangi kıvrımlarından geçtikten sonra var olabilmiş bir şeydir? Hayat, düşünmenin eyleme dökülmesi olabilir mi? Yoksa hayat her şey midir; olması gereken her şey hayatı mı temsil eder? Bunları düşünmek lazım.

“Düşünmek dil olmadan var olamaz.” dersek analitik bir bakış açısı ile yorumlamış oluruz. Düşünmenin dilden münezzeh olup daha farklı düşünce sistemlerinin olduğunu ifade edersek de Heidegger veya fenomenologların çizgisinde bulunuruz. Aslında bugün biraz felsefesi, biraz kişisel yorumlara dayalı bir yaklaşım sergilemek istiyorum. Düşüncenin hayata yüklediği kavramlar, dilin yansımalarından ibarettir. Nesneler, imlediği sözcüklerle zihnimizde var olurlar. Daha önce görmediğim bir nesneyi isimlendiremem; isimlendirmediğim nesneyi de muhtemelen daha önce görmemişimdir. Ya da gördüm ama nasıl söylendiğini öğrenmedim. Nasıl söylendiğini öğrenmemek de aslında dil öğrenmek gibidir.

Bebeklikten yetişkinliğe kadar insanlar öğrenmeye devam eder. Bazı kesimlerde “cahil” yaftasına kurban edilmiş her zihin, aslında her an bilgi deposu gibidir. Bu bilgiler, düşüncenin hayatta karşılık bulduğu potansiyel somutlar ve somutlardır. Potansiyel somutlar, uzunca bir süre düşünülüp geç karar verilmiş veyahut yazılmış sözcük öbekleridir. Aslında zihnimizin köşesinde dışarı fışkırmayı bekleyen her cümle potansiyel somuttur. Bunların somut hâline geldiği evrede, hayatı şekillendiren birtakım adımlar atılmıştır. İnsan, düşünerek hayatı tahakkümü altına almış; uyguladığı fikirlerle eninde sonunda medeniyet kavramına ulaşmıştır.

Düşünmek, medeniyetin temellendirilmesinde önemli koşutlardan birisi hâline gelmiştir. Medeniyet kavramını eş zamanlı olacak şekilde uygulayarak günümüze kazandıran büyüklerimiz (majores homines), kümülatif bir düşünce armağan etmiştir. Hayat dediğimiz kültürel, sosyal, ekonomik vb. şekilde ele aldığımız bu kavram bütünü, düşüncelerin hayatta ne gibi tezahürlerde bulunacağının görünür ispatlarıdır. Hayatın ne olduğunu açıklarken düşüncelerin dizildiğini ve bazı sözcüklerin nasıl konumlanayım diye telaşa girdiklerini fark ediyorum. Acaba hayatı açıklamak için bir nedene de sahip miyim, merak ediyorum. Bunu anlayıp anlamamak hayatımı ne ölçüde değiştirecek? Lafı biraz daha dolandırmak istersek, hayatın açıklanma süreci girift olgularla bezenmiş, asla bir manifestosunun dahi olamayacağı bir süreç midir?

Hayat nedir? Düşünerek yaşadığım bu dünyada “onu ona hatırlatabilir, anlatabilir” miyim? Hayat kendini hatırlamak ister mi? Ben hayatı hatırlayıp anlamlar yüklemeye devam etsem bunun bir sonu gelecek mi? Hayat bir gün sonu gelecek bir şeyse, hayatın da bir gün enerjisi tükenecekse, bu düşündüğüm için mi böyle? Düşünmeseydim hayat sonsuz mu olacaktı? Ahiret düşünülmeyen bir yer mi? Ahirette insanlar düşünmeyecekse, diyelim orada giz kalmayacaksa, orası nasıl bir yer olmalı ki anlamını çoktan kazanmış olsun?

Hayatın bir anlamı varsa ve burada onu anlamayacak kapasiteye sahipsem, onu açıklamak da zorlaşacaktır. Hayat burada mevcutsa ve ahirette de hayat mevcutsa, burada düşünüyorsam orada da düşünecek miyim? Hayatın bir anlamı varsa, sırların olmasından mı kaynaklanır? Ahirette sır olmayacaksa, orada hayat yerine geçebilecek başka bir kavram da bulmak zorunda hissedebilir miyim? Hayatın anlamı belki bazı bilinemez şeylerin gün yüzüne çıkmasıdır. Bu sebeple ahiretin anlamını da aramak, buradan aşılması güç bir problem olarak sürmeye devam edeceği gibi “herkesin her şeyi bileceği” öte dünya fikri, “düşünülmeyen bir hayat formu” olarak yorumlanabilir. Hayatta bazı şeyleri düşünerek ortaya çıkartıyoruz; düşünceler, sırların gizlendiği sanal odalar. Buralardan çıkan her şey, hayatta bir anlam bulma gayesine kapılarak nesnelere dokunuyor. Daha önce nesnelerin onlara dokunduğunu varsayarak.

Düşünülen her şey, önceki nesne sayesinde gelişen bir şey olduğu gibi o nesnelerin mutasyona uğrayarak yeni düşünce sistemlerinin ortaya çıkmasını da beraberinde getirir. Hayat, bir açıklama ihtiyacına erişene kadar bu sistemin işlemeye devam ettiği barizdir. Hayatı açıklamak, düşüncelerden ortaya çıkan; düşüncelerin de hayattaki nesnelerden ve diğer deneyimlerden faydalandığı katmanlı bir süreçtir. Hayat, yaşam barındırır. Yaşam hayatın altındadır. Kediler de yaşarlar, insanlar da. Farkındalık haline sahip insanoğlu ise bazı yaramazlıklar neticesinde “hayat” demek istemiştir.

Hayat yaşamdan farklıdır. Yaşam, organizmayı ilgilendiren bir süreçtir; doğaldır. Hayat ise yapaydır, insanın insana tahakkümünün makul bir zeminde toplandığı şematik bir yapıdır. Ruhun yaşam formuna aşina olmadığımız için Türkçede de “ahiret hayatı” demek bana doğru geliyor. Allah, yarattıklarını bir gün hesaba çekmek suretiyle toplayacak. Belirsiz bir hayat formuna yol almaya devam etmekle birlikte, bütün insanoğlu olarak şüpheler barındırıyoruz. Burada hayatı açıklamak ne kadar zorsa bu, ahiret için de geçerlidir. Karşımızda iki tane hayat fikri var; düşünce dediğimiz bir sistem var. Burada düşünüyoruz ama öte âlemde düşünecek miyiz, o ayrı bir soru. Hayatın düşünce ile gittiği prensibine dayanarak indirgemeci bir yaklaşımı benimsemek, bizi yanlışa sürüklediği gibi içinden çıkılamaz bir labirente hapseder.

Burası için hayat, açıklanabilecek birçok detaya sahiptir. Nitekim en temel soru “Hayat nedir?” yıllarca filozofların ilgilendiği bir sorgulama olmuştur. Sokrates “Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez.” demiştir. Aristoteles, insan hayatının nihai amacının mutluluk, iyi yaşam olduğunu söylemiştir. Sartre, Camus gibi filozoflar “varoluş özden önce gelir” ilkesinden hareketle bireyin hayata anlam verdiğini; bu sebeple hayatın bizden kaynaklanan bir olgu olduğunu dile getirmişlerdir. İnsan varsa hayat vardır; çünkü insan, hayata anlamlar yükleyerek onun tek bir vücut gibi olmasını sağlar.

Anlamlar dokulardır; hayat bir organdır. Anlamların birleşerek hayatı oluşturması, bu anlamların düşünce ile yaşama fırlaması hayatın olağan amacıdır. Hayatın amacı, anlam arayışını pekiştirmektir. Bu amacın bir gün sona ermesi demek, dokuların bir anda ortadan kaybolması demektir. İnsan olma vazifesiyle gönderildiğimiz bu evrenin çok ama çok küçük bir taş parçasında herkes düşünüp anlamlar yüklüyor. O anlamlar, hayat ağaçlarından oluşan bahçeyi suluyor. Hayatlar, o küçük fidanlar büyüyor, ağaç oluyor; ama bir gün de yaşlanıp kuruyor ve onu kesiyorlar.

Yunus Emre bunu böyle anlatmazdı. Ağaç iken kesilir, dolap yapılır; bir nehrin üzerinde “dertli dolap” gibi inilerdik. “Derdim var.” derdik. Yunus Emre de hayatı acıya benzeterek ona böyle bir anlam yüklemiştir, mümkün. Belki benim anlamım/anlamlarım farklıdır. Benim için hayatın açıklanması, belki “benim anlamım şudur” diyeceğim ama… ama… but not yet… not yet…



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ufuksal Koordinat Sistemi ve Parametreleri

Tarihte, gözlemciyi, gökcisimlerini, Güneş'i ve gökadamızı temel alan birçok koordinat sistemi olmuştur. Biz bu yazıda Ufuksal Koordinat Sistemini tanıyacağız. 

Strabon ve Yanık Ülke

Coğrafyacı Strabon'un Gözünden Manisa Kula

DeepSeek: Yapay Zeka Modellerinin Yeni Gözdesi

DeepSeek nedir? Rakibi ChatGPT İle Kısa Bir Karşılaştırılması